Herkesi Memnun Ediyorum, Ama Kendimi Tüketiyorum: Sınır Koyamamak Üzerine
Bazen bazı insanlar için şu tarz cümleler neredeyse otomatikleşmiştir: “Olur.” “Tabii ki.” “Sen yeter ki iste.” Bu cümleler dudaklardan dökülürken, beden biraz daha kasılır. İçeride bir şey çekilir gibi olur ama dışarıdan hâlâ gülümsüyorsunuzdur.
Hayır demek zordur. Çünkü bazılarımız için sadece bir kelime değil; bir risk, bir ihtimal, bir tehdit gibidir. “Hayır” dedikten sonra ne olacağını bilememek, insanların tepkisini kestirememek, “iyi” biri olma algısına gölge düşüreceğini düşünmek... Bunlar, sınır koymanın önündeki görünmez duvarlardır.
Küçükken öğrendiğimiz şeylerdir bunlar. Uyum sağladığımızda daha çok sevildik. İtiraz etmediğimizde daha çok takdir gördük. Kendi ihtiyaçlarımızı değil, başkalarının beklentilerini öncelememiz gerektiği öğretildi bize. Böylece “evet” demek güvenli hale geldi. Ve “hayır” zamanla tehlikeli, yalnızlaştırıcı, suçlu hissettiren bir kelimeye dönüştü. Bu yüzden birçok insan başkalarının ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarının önüne koyar. Hayır diyemediği için fazladan yük taşır, fazladan iş yapar, fazladan sessiz kalır. Bu sessizlik, dışarıdan anlaşılmaz ama içeride yankısı büyüktür.
Bir süre sonra o sessizlik yorgunluğa dönüşür. Kimse fark etmese de insan kendi içinde daralır. Kendi sesini duyamaz hale gelir. Günler geçtikçe, beden ipuçları vermeye başlar. Uyku kaçmaya, omuzlar sıkışmaya, boğaz düğümlenmeye, mide yanmaya başlar. İnsanlar sizi hâlâ güçlü, yardımsever, uyumlu biri olarak görür. Ama siz içeride yavaş yavaş eksiliyorsunuzdur.
Bazı danışanlar bu aşamada gelirler. “Yoruldum” derler. “Artık kendimi taşımakta zorlanıyorum” ya da “Beni tüketen şeyin ne olduğunu bilmiyorum ama hep bir şey yapmaya zorlanıyor gibiyim…” O “bir şey” aslında yıllardır kendine değil başkalarına göre yaşamanın ağırlığıdır.
Sınır koymak bencillik değil, kendine sadakattir. Bir ilişkiyi sonlandırmak değil, o ilişkiyi daha sağlıklı bir zemine çekmektir. Sınır koymak, karşı tarafı cezalandırmak değil, “ben buradayım” diyebilmektir.
Ve bu “ben buradayım” her zaman yüksek sesle söylenmez.
Bazen yalnızca şu kadar sessizdir: “Hayır, bu bana iyi gelmiyor.”
Ve bu cümle, bir hayatın yönünü değiştirebilir.
Peki neden hâlâ söyleyemiyoruz bunu? Çünkü hâlâ bir yerimizde, hayır dediğimizde sevilmeyeceğimizi düşünüyoruz. Hâlâ içten içe, onaylanmanın bizi var eden şey olduğunu sanıyoruz. Hâlâ çatışmanın terk edilmekle sonuçlanacağını varsayıyoruz.
Oysa gerçek şu: İnsan sınır koyabildiği yerde samimi bağ kurar. Hayır diyebildiğinizde evetleriniz anlam kazanır…Ve bir ilişkinin içinde kendinizi inkâr etmeden var olmayı öğrendiğinizde, orası gerçekten güvenli bir yer hâline gelir.
Bazen hayır diyememek bir güvenlik stratejisidir. Geçmişte işe yaramıştır. Ama bugün hâlâ sizi koruyormuş gibi görünen bu strateji, aslında sizi içten içe yalnızlaştırıyordur. Sınır koymak bir beceridir ve her beceri gibi geliştirilebilir.
Duygusal sınırlar, fiziksel mesafeden daha zor fark edilir. Çünkü onlar ihlal edildiğinde bağırmazlar. Ama ipuçlarını verirler. Bitkinlik, kırgınlık, sinirlilik, uzaklaşma, gülümseyerek yapılan her “evet” …
Bunların her biri bedeninizin ve zihninizin bir şeyleri fark etmeniz için gönderdiği işaretlerdir.
Belki siz de bir süredir bu işaretleri alıyorsunuz. Belki gece uyurken kendinizi “neden böyleyim?” diye sorgularken buluyorsunuz. Belki bir şeylere “hayır” demek isterken, boğazınıza bir yumru oturuyor. Belki de şimdiye kadar hiç kimse size bu yumrunun anlamını sormadı ya da siz, “zaten herkes böyle yaşıyor” diyerek geçip gittiniz üzerlerinden. Ama hayır. Herkes böyle yaşamıyor. Ve siz de böyle yaşamak zorunda değilsiniz.
Bazı dönüşümler sessiz başlar.
Bir yazıyla, bir cümleyle, bazen sadece bir hisle.
Küçücük bir iç ses fısıldar: “Sanırım bu satırlar bana yazılmış.”
Ve orada, işte tam orada başlar dönüşüm.
Bazen bazı insanlar için şu tarz cümleler neredeyse otomatikleşmiştir: “Olur.” “Tabii ki.” “Sen yeter ki iste.” Bu cümleler dudaklardan dökülürken, beden biraz daha kasılır. İçeride bir şey çekilir. Ama dışarıdan hâlâ gülümsüyorsunuzdur.
Hayır demek zordur. Çünkü bazılarımız için sadece bir kelime değil; bir risk, bir ihtimal, bir tehdit gibidir. “Hayır” dedikten sonra ne olacağını bilememek, insanların tepkisini kestirememek, “iyi” biri olma algısına gölge düşüreceğini düşünmek... Bunlar, sınır koymanın önündeki görünmez duvarlardır.
Küçükken öğrendiğimiz şeylerdir bunlar. Uyum sağladığımızda daha çok sevildik. İtiraz etmediğimizde daha çok takdir gördük. Kendi ihtiyaçlarımızı değil, başkalarının beklentilerini öncelememiz gerektiği öğretildi bize. Böylece “evet” demek güvenli hale geldi. Ve “hayır” zamanla tehlikeli, yalnızlaştırıcı, suçlu hissettiren bir kelimeye dönüştü. Bu yüzden birçok insan başkalarının ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarının önüne koyar. Hayır diyemediği için fazladan yük taşır, fazladan iş yapar, fazladan sessiz kalır. Bu sessizlik, dışarıdan anlaşılmaz ama içeride yankısı büyüktür.
Bir süre sonra o sessizlik yorgunluğa dönüşür. Kimse fark etmese de insan kendi içinde daralır. Kendi sesini duyamaz hale gelir. Günler geçtikçe, beden ipuçları vermeye başlar. Uyku kaçmaya, omuzlar sıkışmaya, boğaz düğümlenmeye, mide yanmaya başlar. İnsanlar sizi hâlâ güçlü, yardımsever, uyumlu biri olarak görür. Ama siz içeride yavaş yavaş eksiliyorsunuzdur.
Bazı danışanlar bu aşamada gelirler. “Yoruldum” derler. “Artık kendimi taşımakta zorlanıyorum” ya da “Beni tüketen şeyin ne olduğunu bilmiyorum ama hep bir şey yapmaya zorlanıyor gibiyim…” O “bir şey” aslında yıllardır kendine değil başkalarına göre yaşamanın ağırlığıdır.
Sınır koymak bencillik değil, kendine sadakattir. Bir ilişkiyi sonlandırmak değil, o ilişkiyi daha sağlıklı bir zemine çekmektir. Sınır koymak, karşı tarafı cezalandırmak değil, “ben buradayım” diyebilmektir.
Ve bu “ben buradayım” her zaman yüksek sesle söylenmez.
Bazen yalnızca şu kadar sessizdir: “Hayır, bu bana iyi gelmiyor.”
Ve bu cümle, bir hayatın yönünü değiştirebilir.
Peki neden hâlâ söyleyemiyoruz bunu? Çünkü hâlâ bir yerimizde, hayır dediğimizde sevilmeyeceğimizi düşünüyoruz. Hâlâ içten içe, onaylanmanın bizi var eden şey olduğunu sanıyoruz. Hâlâ çatışmanın terk edilmekle sonuçlanacağını varsayıyoruz.
Oysa gerçek şu: İnsan sınır koyabildiği yerde samimi bağ kurar. Hayır diyebildiğinizde evetleriniz anlam kazanır…Ve bir ilişkinin içinde kendinizi inkâr etmeden var olmayı öğrendiğinizde, orası gerçekten güvenli bir yer hâline gelir.
Bazen hayır diyememek bir güvenlik stratejisidir. Geçmişte işe yaramıştır. Ama bugün hâlâ sizi koruyormuş gibi görünen bu strateji, aslında sizi içten içe yalnızlaştırıyordur. Sınır koymak bir beceridir ve her beceri gibi geliştirilebilir.
Duygusal sınırlar, fiziksel mesafeden daha zor fark edilir. Çünkü onlar ihlal edildiğinde bağırmazlar. Ama ipuçlarını verirler. Bitkinlik, kırgınlık, sinirlilik, uzaklaşma, gülümseyerek yapılan her “evet” …
Bunların her biri bedeninizin ve zihninizin bir şeyleri fark etmeniz için gönderdiği işaretlerdir.
Belki siz de bir süredir bu işaretleri alıyorsunuz. Belki gece uyurken kendinizi “neden böyleyim?” diye sorgularken buluyorsunuz. Belki bir şeylere “hayır” demek isterken, boğazınıza bir yumru oturuyor. Belki de şimdiye kadar hiç kimse size bu yumrunun anlamını sormadı ya da siz, “zaten herkes böyle yaşıyor” diyerek geçip gittiniz üzerlerinden. Ama hayır. Herkes böyle yaşamıyor. Ve siz de böyle yaşamak zorunda değilsiniz.
Bazı dönüşümler sessiz başlar.
Bir yazıyla, bir cümleyle, bazen sadece bir hisle.
Küçücük bir iç ses fısıldar: “Sanırım bu satırlar bana yazılmış.”
Ve orada, işte tam orada başlar dönüşüm.